20 Kasım 2011 Pazar

BİR KOMÜNCÜNÜN GÜNLÜĞÜ


Prosper-Olivier Lissagaray, inanmış bir cum­huriyetçi ve laiklik yanlısıydı. Komün dönemin­de yönetici bir rol almamakla birlikte, yoğun bir biçimde çarpışmalara katıldı. Paris, Versailles'ın eline geçtikten sonra Belçika'ya sı­ğındı ve orada, "Kanlı Hafta" çarpışmaları üze­rine Barikatlar Arkasında Mayısın Sekiz Günü' nü yazdı, Londra'da sık sık buluştuğu Marx'ın desteğiyle bu küçük kitabı' 1871 Pa­ris Komünü Tarihi adı altında genişletti. Bu kitap Komün konusunda en önemli yapıtlardan biri olarak tanınmıştır. Aşağıda Lissagaray'nin bu kitabından 23 Mayıs günü Montmartre'in düşüşünü anlatan bölümden bir alıntı verilmiş­tir:
"23 Mayıs. Saat sabahın üçü. Barikatlara! Ko­mün daha ölmedi! Sabah meltemi yorgun yüz­leri canlandırıyor, taze bir umut doğuyor. Düş­manın top ateşi bütün cephede günün doğu­şunu selamlıyor sanki. Komün topçusu ise bü­tün gücüyle Montmartre tepelerine kadar uza­nan bir çizgi üzerinde bu ateşe karşılık veriyor. Montmartre tepeleri şimdi biraz canlanmaya başladı.
Birkaç gündür hareketsiz durmuş olan Ver-sailles'cı komutan Ladmirant, adamlarını tah­kimatlara doğru sürdü, Neuillyde Saint-Ouen'a kadar bütün sur kapılarına karşı saldı­rıya geçti. Onun sağında bulunan bir başka Versailles'cı komutan Clinchant, Batignoles' den başlayarak barikatlara saldırdı. Önce Car­dinet sokağını ele geçirdiler. Sonra sıra ile Noblet, Truffant ile Condamine sokakları, Clichy'nin Avenne Barse'ı. Birden Saint-Ouen'daki sur kapısı açıldı.Versailles'cıasker­ler boşalıyordu. Bu, dünden beri dış kesimde çarpışan Montaudon tümeniydi. Prusyalılar, ta­rafsız bölgeyi Versailles'cılara teslim etmişti. Bismarck'ın izniyle Clinchant ve Ladmirant, te­peleri iki yönden kuşatıyorlardı.
Komün savunmacılarından Maion. 17. bu­cakta kuşatılmak üzereyken, Montmartre'a doğru çekilmeyi emretti. Yurttaş Dimitriyeva ve Louise Michel'in yönetiminde yardıma gel­miş olan 25 kişilik bir kadın birliği de oraya git­me emrini almıştı. Clinchant ilerlemeyi sürdü­rüyor, Clichy alanındaki barikatın önüne kadar geliyordu. Arkasında ancak elli kadar kişinin savaşabileceği bu derme çatma taş yığınını al­maları için Versailles' cıların Petersbourg soka­ğı ve Chaptal kolejindeki silahlı birliklerini bir araya getirip güçlerini birleştirmeleri gerekti. Federelerin artık atacak kurşunları kalmadığın­dan, tüfeklerini taş ve katran topaklanyla dol-duruyorlardı. Barutları da tükendikten sonra Cameres sokağına çekildiler. Saint-Ouen cad­desini ele geçiren Ladmirant, Montmartre Ki­lisesinin avlusundan Federelerin kurduğu ba­rikatın yanından geçerek ilerledi. Teslim olmak istemeyen yirmi kadar ulusal muhafız, Ver­sailles’ cılar tarafından kurşunlandı.
Daha gerilerde Epinettes takımı bir süre da­ha çarpışıyordu; giderek direnmeleri azaldı, sa­at dokuza doğru bütün Batignoles semti, dü­zenli ordu kuvvetlerinin eline geçmişti.
Vermore Montmartre için cephane almaya geldiğinde, belediye henüz ordunun başarıla­rından haberdar değildi. Cephane arabasıyla geri dönmek üzere iken, Ferré'ye rastladı; ken­dine özgü o güleç sesiyle: 'Görüyor musun Ferré, dedi, azınlık grubu üyeleri çarpışıyor'. Çoğunluk üyeleri görevlerini yerine getirecek' diye yanıtladı Ferré. Soylu bir biçimde ölecek olan, halka o kadar bağlı iki insanın yiğitlik ya­rışması!
Vermorel, cephane arabasını Montmartre'a kadar götüremedi.Versailles'cılar Montmartre tepesini çevirmeye başladılar. Batignoles'u ele geçirdikten sonra, ellerini şöyle uzatsalar Montmartre'ı alabileceklerdi. Montmartre tepe­leri ölü gibiydiler. Bölükler teker teker sanki erimişler, kaybolmuşlardı. Birkaç saat sonra düzenli ordunun saflarında görülen bazı ne idüğü belirsiz kişiler, savaşanları kaçmaya kış­kırtmış, çevreye gerçekdışı haberler yaymış, sürekli olarak askeri ve sivil makamları, ihanet ettikleri gerekçesiyle, engellemeye çalışmış­lardı. Kuzey yönünde yalnızca yüz asker var­dı. Bazı barikatlar geceleyin çok gevşek bir bi­çimde kurulmuştu. Yalnız kadınlar büyük bir gayret içerisindeydiler.
Cluseret, her zamanki gibi yalnızca ortadan kaybolmuştu. Cluseret'nin gönderdiği haber­lere ve belediyenin verdiği bütün sözlere kar­şın La Cecilia ne takviye ne de cephane ala­bilmişti. Saat dokuz sıralarında tepelerdeki topların artık sesini duyamadığından, oraya gitti. Topçular yerlerinde değildiler. Batigno-les'dan kaçıp saat onda gelen askerlerse yalnızca paniği getirdiler. Versailles' cılar rahatlıkla gelebilirdi; onları karşılamak için 20G kişi bile yoktu. Gene de Mac-Mahon. Ancak en iyi birlikler ile saldırıya geçmeye ce­saret etti. Montmartre'ın ünü ve bu cephenin gücü Versailles'cıları bu denli ürkütmüştü. Tam mevcutlu iki kolordu Lepic, Mercadet sokak­ları ve Clignancourt yolu üzerinden buraya saldırdı. Arada bir bazı evlerden tüfeklerle ateş ediliyordu; o anda kollar halinde ilerleyen bir­likler durdu, ateş edilen evleri kuşattılar. Montmartre'ı kuşatan, surların üstüne yerleştirilmiş topların ateş desteğinden yararlanan bu 20 000 asker, birkaç düzine tüfeklinin yöntemsizce ­savunduğu mevzileri ancak üç saatte ele geçirebildi.
Saat 11'de kilisenin avlusu bütünüyle Versailles'cıların elindeydi. Hemen sonra düzenli ordu birlikleri Chateau-Rouge'a ulaştılar.
Çevrede birkaç silah sesi duyuluyordu. Kısa zamanda, dövüşmekte direnen az sayıda­ki savaşçılar ya ölmüş ya da tek başlarına kal­maktan yılarak geri çekilmişlerdi. Versailles' cılar yukarı çıkan bütün yamaç yollarından te­pelere tırmanıyorlardı. Öğleye doğru Moulin de la Galette'e yerleştiler, St. Pierre alanından aşağıya bucak belediyesine doğru ilerlediler véen küçük bir direnişle karşılaşmadan bütün 18. bucağı ele geçirdiler. Böylelikle savaşsız, kavgasız, hatta umutsuz bir karşı koyma bile olmadan, alınması çok güç müstahkem yer, düşmana terk edilmiş oldu. Oysa kesin ka­rarlı birkaç yüz kişi, buradan bütün Versailles ordusunu durdurup, Ulusal Meclisi bir anlaş­maya varmaya bile zorlayabilirdi.
Versailles'cıların genelkurmayı Montmartre'a gelir gelmez, general Clément Thomas ve ge­neral Lecomte'un öcünü almaya girişti. Kırk iki erkek, üç kadın, dört çocuk, Rosien sokağı 6 numaraya getirildi. Burada başları açık olarak 18 Mart günü generallerin kurşuna dizildikleri duvarın dibine diz çökmeye zorlandılar, hepsi öldürüldü. Çocuğunu kolları arasında tutan bir kadın diz çökmeyi reddetti, yoldaşlarına şöy­le bağırdı: 'Bu alçaklara ayakta ölebileceğimiz! gösterin.
Sonraki günler bu kıyımlar sürdü. Her tutuklu kafilesi önce bir süre kurşunlarla delik deşik olmuş duvarın önünde bekletildi, sonra St. De­nis yoluna bakan tepenin yamacında kurşun­landı.
Batignoles ve Montmartre ilk yığın kıyımla­rına tanık oldu. Her üniformalı ya da ayağında postal olan kişi hukuken hiçbir açıklama ya­pılmadan soruşturmasız kurşuna dizildi. Versailles'cılar bu yöntemle sabahın erken saatin­den beri Batignoles kavşağında, belediye ala­nında, Clichy kapısında adam öldürüyorlardı. Moncéan parkı 17. bucakta en fazla yeğledik­leri 'mezbaha' oldu. Montmartre'da tepeler, her basamağı cesetlerden oluşan Elysée ve dış bulvarlar, kıyımın merkeziydi.
Montmartre'dan iki adım öteye, daha felake­tin haberi ulaşmamıştı. Blandre alanında ka­dın savaşçıların savunduğu barikatlar, saatler­ce Clinchant'ın askerlerine karşı direndiler. Sonra Pigalle barikatına çekildiler; ancak bu barikat da saat ikide düştü. Barikatın başı Ver­sailles 'cı komutanın önüne getirildi. Kimsin?' diye sordu subay. 'Merkez Komitesi üyesi du­varcı Levêque.' Versailles1 ci tabancasını onun yüzüne doğru ateşledi, erler silahlarıyla ateş ederek adamı öldürdüler."
Die Pariser Kommune 1871'den (Yayımlayan: Helmut Swoboda)







DEVRİMLER VE KARŞI DEVRİMLER

PARİS KOMÜNÜ VE SÜRGÜN


Fransa'da bırakılan mahkûmların, geçici bir süre için ya da müebbet olarak Yeni Kaledon-ya'ya ya da Nou Adası'na sürülen kadınlı er­kekli (bu kadınlardan biri de Louise Michel'di) bedbahtlardan daha mutlu olduğu söylene­mez. Devlet gemilerinin güvertesinde, demir kafesler içinde ve gardiyanların zorbaca dav­ranışlarıyla sevkedilen sürgünler, gülünç de­necek derecede ilkel birtakım çalışma araç­larıyla vahşi ormanların ortasına gönderilmiş­lerdir. Orada da en sadık yoldaşları açlık ol­muştur. Bu arada çoğu ölmüş, birkaç tanesi de kaçabilmiştir.
Adalarda zaman zaman isyanlar da çıkmış ve tabii bu isyanlar en hunhar biçimde bastırılmış­tır. Nou Adası'ndaki ünlü kırbaç sahnelerinden birinin bir kadın sürgün tarafından çizilen tab­losunu aşağıya atıyoruz:
"Kırbaç cezası, davul sesiyle meydana top­lanan bütün kürek mahkûmlarının önünde haf­tada iki defa uygulanırdı. Çırılçıplak bir halde bir sıraya yatırılıp bağlanan mahkûma, yerine göre on, on beş, yirmi ve bazen daha da fazla kırbaç vurulmaktaydı. Ceza aleti olan kırbaç, deriden örülme ve kalındı; özel olarak yetişti­rilmiş bir cellat tarafından dehşet verici bir us­talıkla kullanılıyordu. Kırbacın her inişinde de­ri, ateşte yanmış gibi kabarıyor; dördüncü ya da beşinci darbede de kan fışkırmaya başlıyor­du. Acı öylesine ağırdı ki, en dayanıklı insanın bile, haykırmamak için, insanüstü bir çaba göstermesi gerekirdi. On beş kırbaç yiyen ce­zalı, çoğunlukla, haftalarca çalışamaz bir ha­le geliyordu. Bir mahkûmun ölmeden kırk kır­baç darbesine dayandığı görülmemişti. Oysa ceza çoğu zaman elli kırbaç olurdu. Ama bu durumda bir cerrah, işkenceye nezaret eder ve mahkûmun ölmek üzere olduğunu sezer sez­mez cezayı ertelerdi. Cezalı derhal hastaneye kaldırılıp tedavi edilir ve işkencenin devamı, iyileşeceği güne bırakılırdı..."
Kanak isyanından sonra (ki bu eylem sıra­sında Amouroux, vahşilere karşı kullanmak üzere kendisi ve arkadaşları için silah verilme­sini istemiştir), sürgünlere uygulanan işlemler­de belirli bir yumuşama olmuştur. Bütün ülkeyi büyük çapta bir "temizleme" eylemine katıl­maya çağırmayı denemiş olan Thiers hükümeti, daha başka önlemler de ta­sarlamış bulunuyordu. 26 Mayıs - 6 Haziran 1871 tarihleri arasında, J. Favre tarafından Fransa'nın yabancı ülkelerdeki temsilcilerine yollanan genelgeler, Komün suçlularının Fran­sa'ya iadesini sağlamaya yönelmişti.
Yerine getirilmesi olanaksız bir istekti bu. Bir kere, başvurulan ülkelerin liberal gelenekleri böyle bir isteğe karşı olduğu gibi, aileleri ve yakınlarıyla birlikte hesaplanması gereken sür­günlerin büyük sayısı da buna elvermiyordu.
Sürgünler, daha çok İngiltere, İsviçre ve Bel­çika'da yerleşmiş durumdaydılar. İngiltere'de özellikle Londra'da ve öteki büyük şehirlerde yerleşmiş binlerce sürgün arasında şu adları saymak gerekir: Camélinat, The-izs; Blanqui'cilerden Granger. Ed. Levraud, Ch. da Costa, Pilotell, geleceğin büyük Komün tarihçisi Lissagaray, 1873 yılında Karl Marx'-ın kızı Jenny ile evlenecek ve daha sonra da L'Aurore gazetesinin başyazarlığını yapacak olan topçu teğmeni Vaughan, C. Barrère, Bru­nei, Bergeret, Eudes, J. Andrieux ve büyük ya­zar J. Vallès. Bütün bu kimseler, özellikle de aydınlar, geçinmekte zorluk çekmekteydiler. Aralarından yalnız birkaçı resmi görev almayı başarabildi. Ama çok geçmeden yurt özlemi, kendini gösterdi. Yurt özlemi ile de, ayrılma­lara, kopmalara, karşılıklı suçlamalara ve nef­retlere yol açan bir acılık... Vermersch önce Vermersch-Journal, sonra da Qui Vive? adlı gazeteleri çıkardı ve bu arada da Vaillant'dan dayak yedi. Fédération journal des révolu-tionnaires'de.Vésinier, yok yere Blanqui'ciie-re saldırınca. Komün Mültecileri Birliği heye­cana kapıldı ve Vésinier'nin gazetesini bir "sa­tılmış gazete" olarak ilan etti.
Aynı tedirginlik, çok geçmeden Brüksel ve Liège'de bulunan sürgünlere de geçti. Belçi­ka'ya kaçan sürgünler, resmi makamların düş­manlığına karşılık, halkın büyük sempatisiyle karşılaştılar. 27 Mayıs'ta resmi makamların dü­zenlediği "istenilmeyen adamlar" listesinde Komün'ün bütün tanınmış kişileri bulunmak­taydı. Belçikalı gericilerin bu tavrını L'Indépen­dance gazetesinde protesto eden büyük şair V. Hugo, aynı günün gecesi sınır dışı edildi. Buna karşılık, sonradan İngiltere'ye geçen Tri-don ve J. - B. Clément, daha 6 Nisan 1871 'de istifa ettiği halde 1873'te ölüme mahkûm edi­len Ranc, Jourde ve Rochefort'la birlikte sür­günden kaçıp gelen gazeteci O. Pain, ilerde Fransız yüksek öğretim kadrosunun yönetici­lerinden birinin babası olacak olan mühendis G. Cavalier, Milli Matbaa'nın yöneticisi De-bock, "mason" gösterilerinin organizatörü Thrifocq, ilerde Belçikalı ünlü kolektivizm ön­cüsü César de Paepe'in kızkardeşiyle evle­necek olan G. Bazin gibi Komün üyelerini halk büyük bir yakınlıkla karşılamıştır. Bunlara, sı­rası gelmişken, Rimbaud ile dostu Verlaine'i de ekleyelim. Bütün bu mülteciler zeki davran­mış ve kendilerine büyük çapta destek olan bir "Yardımlaşma Sandığı" kurmuşlardır. Ayrıca sürgünlerin sunduğu Fransız el emeği, Belçi­ka üretimini hissedilir derecede destekledi ve sürgünler, Belçika siyasal çevrelerinde, çok geçmeden gerçek nüfuz kazandılar.

İkinci İmparatorluk'un son yıllarında bütün aşırı akımların kongrelerinin toplanmış ve En­ternasyonalin büyük çapta gelişmiş olduğu eski demokrasi ülkesi İsviçre ise, daha ilk gün­lerden başlayarak, B. Malon, Oereure, Marte-let, Protot, Pindy, Gambon, Miot, Lefrançais, Arnould, Babick.Rogeard gazeteci M. Vuülau-me, Rossel'in sekreterliğini yapmış olan genç G. Renard, Merkez Komitesi mensubu ve Milli Matbaa müdür yardımcısı Alavoine, barikat de­legesi N. Gaillard ve eski Harp Okulu kuman­danı Razoua gibi Komüncülere kucak açmış­tı. Razoua, Fransa'ya iade edilmek üzere tev­kif edilmiş ama sürekli bir miting kampanyası sonucunda üç hafta sonra serbest bırakılmış­tı. İsviçre, Paule Minck, B. Malon'un arkadaşı Andrée Léo, Milli Savunma Hükümeti tarafın­dan Paris'teki kız okullarını yeni baştan örgüt­lemekle görevlendirilmiş Bayan Tinayre gi­bi Komün'ün kadın üyelerini de kabul etmiş bulunuyordu. Sonradan bunlara, hapishane­lerde ve hapishane-gemilerde on sekiz ay ge­çirdikten sonra Avrupa'nın en büyük bilim ku­rumlarının isteği üzerine serbest bırakılan ünlü coğrafya bilgini Elsée Reclus de katılacaktır. İsviçre ayrıca, taşralı sosyalistleri de mülteci olarak kabul etmiştir. Bunlar arasında, Creu-sot'dan gelen Dumay ile İnsan Hakları'nı öven yazılarından dolayı Haziran 1871 tarihinde Hérault ili mahkemesi tarafından mahkûm edi­len genç Jules Guesde'i özellikle saymak ge­rekir. Courbet, fırçasına; Rochefort da kalemi­ne İsviçre'de kavuşmuşlardı. Buradaki sürgün­lerin çoğu, Enternasyonal içinde Marx'çilar-la Bakunin arasında başlayan polemiğe katıl­mıştır. 1867 yılında kurulmuş olan Uluslarara­sı Barış ve Hürriyet Birliği'nin V. Kongresi'nde bazı sürgünlerin, Chaudey'nin infazını haklı göstermeğe çabaladıklarını; P. Minck ve A. Lé-o'nun da Versailles'cıları şiddetle eleştirdikle­rini biliyoruz. Ayrıca belirtelim ki bu sürgün­lerden çoğu anılarını yazmıştır ve bütün bunlar, Komün hakkında değerli birer belge ol­duğu kadar, sosyalist ideolojinin kök salma­sına da yardımcı olmuştur.
Hiç kuşku yok ki, bu sürgünlerden çoğu, hangi şartlarla ve nasıl kaçtıklarını açıklamak­tan çekinmişlerdir. Gene biliyoruz ki, sayısız Federe'nin "Yaşasın Komün!" diye haykırarak çan verdiği günlerde, çoğu şefler pek de ya­kışık almayan tarzlarda canlarını kurtarmışlar­dı. Bu türlü zaaflar üzerinde fazla durmak bo­şuna olacaktır.

G. Bourgin - A. Adamov Paris Komünü'nden




DEVRİMLER KARŞI DEVRİMLER


PARİS KOMÜNÜ VE GUSTAVE FLAUBERT

1870 savaşı Gustave Flaubert'e gerçek bir şok etkisi yaptı. Daha sonraki yıllarda görülen sinirsel bozukluklarının bu şokun etkisiyle or­taya çıktığı sanılır. Croisset'teki evini Prusya­lılar İşgal etmişlerdi ve Flaubert, yazılarını gömmek zorunda kalmıştı. Komün'den sonra Paris'e yaptığı bir geziden, son derece sarsıl­mış olarak döndü. "Tuileries" bahçesinin ha­rap durumunu gördüğünde "Duygusal Eğitim'i (Flaubert'in ünlü romanı; L'Education senti-mentale) anlayabilselerdi, bunların hiçbiri olmazdı" diye yazacaktı. Flaubert, Fransızlar savundukları siyasal görüşlerin aldatıcılığını önceden görebilselerdi, hiçbir zaman onlar için bu kadar şiddetle çarpışmazlardı demek istiyordu. George Sanda yazdığı mektubun­da: "Utanç verici işçiden, anlamsız burjuva­dan, aptal köylüden ve nefret verici rahipler­den o kadar bıktım ki" diyordu.
Öte yandan, bu dönemde yazdığı en sert mektuplarında, düşüncelerinin başka bir yön aldığını görüyoruz. Komün'ün Flaubert üzerin­deki etkisi, öteki Fransız aydınlarının çoğun­da olduğu gibi, onun da burjuva sınıf bilinci­ne sahip çıkması biçiminde görülür. Gerçek­ten de Flaubert'in yaşamı, annesi ve düşük ge­lirli aile düzeniyle, hep bir burjuva yaşamışıy­dı. George Sand'a yazdıklarından, gençliğin­de, tıpkı Frederic Moreau (Duygusal Eğitimin kahramanı) gibi "yaşamaktan korktuğunu" an­lamaktayız. Bir yandan Eskiçağ'ın görkemli de­ğerlerini yüceltirken, öte yandan da sistemli ve belirli bir bilinçle, yurttaşlarını tedirgin et­mek için aşırılıkları körükleyen, XIX. yy. orta­larının, orta halli bir Fransız yurttaşı olarak kal­dı. Fransız klasisizminin uzun süreli egemenli­ği, disiplini, nesnelliği ve biçimsel kuramlara gösterdiği bağlılıkla Flaubert, yapıtlarının ku­ru bir anlatıma sürüklenmesini önleyebilmiş­tir. Ancak, işçi sınıfı hükümetinin Paris'i iki bu­çuk ay süreyle ele geçirip, anıtları yıkması ve burjuva rehineleri öldürmesi üzerine, Flaubert de, Komüncülere herhangi bir saygıdeğer "bakkal dükkânı sahibi" kadar, şiddetle karşı çıktı. George Sand'a "Bütün Komün'ün zin­danlara gönderilip, bu kanlı serserilere, kürek mahkûmları gibi boyunlarına zincir vurulup, Paris'in çöpleri toplattırılmalı görüşündeyim. Tabii bu insanlık dışı bir tutum olurdu. Ama bu vahşi köpeklere bu kadar yumuşak davranıp, ısırdıkları insanlara anlayış göstermemek olur mu?" diye yazmaktaydı. Fiaubert'e göre "in­san ruhunun aşağılanmasına" neden olan "doğrudan oy kullanma hakkı" bir an önce kal­dırılmalıydı; ancak uygarlık gereği olarak gör­düğü "zekâ" ve "eğitim"in yanı sıra artık "ırk" ve "para" da, onun için önem taşır ol­muştu.
Flaubert, George Sand'a şunları yazıyordu: "Kitle ve çoğunluk her zaman çılgındır. Çok sayıda inancım yok, ama bu inancıma sıkı sıkıya bağlıyım. Ancak ne kadar anlamsız olur­sa olsun, ölçüsüz verimlilik potansiyeli bakı­mından kitleye saygı duyulmalıdır. Ona özgür­lük vermek, ancak güç vermemek gerekir. Sı­nıfsal ayrıma senden çok inandığım söylene­mez. Kastlar, artık arkeolojinin malı olmuştur. Ancak tek inandığım şey, yoksulun zenginden nefret ettiği ve zenginin de, yoksuldan kork­tuğudur. Bu durum böylece sürüp gidecektir. İki tarafa da karşılıklı sevgi aşılamaya çalışmak yararsız. İlk olarak yapılması gereken şey, güç­lü olan zenginlerin eğitilmesidir. İzlenecek tek akılcı yol, her zaman söylediğim gibi, manda­rinlerden kurulacak bir hükümettir. Bu iş için mandarinlerin büyük ölçüde eğitilmiş olmala­rı gerekmektedir. Halk, sürekli olarak (toplum­sal öğeler aşamalanmasından) ikinci sınıfı ve sınırsız kitle özelliğinden dolayı tabanı oluştu­racaktır. Çok sayıda köylüye okuma öğretip, rahiplerini dinlemez duruma gelmelerini sağ­lamanın bize hiçbir yararı olmayacaktır. Oysa Renan ve Littre gibi insanların sayılarını çoğalt­manın ve onları dinlemenin son derece büyük önemi vardır. Kurtuluşumuz, yasalara uygun aristokrasidedir. Bundan amacım, yalnızca sa­yıca çok olmaktan öte, başka özellikler de ta­şıyan bir çoğunluk oluşturulmasıdır." Renan ve Taine'in de, bir seçkinler tabakası önere­rek, benzer görüşlere başvurdukları görülür. Flaubert ise, mandarinlerin egemenliği ve zen­ginlerin eğitilmesi tasarılarının, yıllar önce çok otoriter oldukları gerekçesiyle aşağılayarak karşı çıktığı Saînt-Simon'un görüşlerinin para­lelinde bulunduğunun hiçbir zaman farkına varmadı. Komün, Flaubert'in içinde, kendi tü­ründe bir despotluk eğilimini doğurmuştu.
"Proletarya" kavramı Flaubert'e dokunaklı geliyordu; ona göre proletarya kendi başına et­kili eylem yapamayacak kadar aptaldı. Komün, bu bakımdan onu tam bîr paniğe uğrattı; bu yüzden de Komüncülere cani ve serseriler di­ye sövmekten kendini alamadı.
Edmunt Wilson (The Politic Of Flaubert'den)




DEVRİMLER KARŞI DEVRİMLER

19 Kasım 2011 Cumartesi

PARİS KOMÜNÜ VE ENGELS

"Savaş sırasında Parisli işçiler mücadelenin hiç yılmadan sürdürülmesini istemekle yetinmişlerdi. Ama Paris'in teslim olmasından sonra, teslim antlaşmasının yapılacağı sırada, yeni hükümet başkanı Thiers artık şu durumu he­saba katmak zorunda bulunuyordu: Parisli iş­çiler silahlı olarak kaldıkları sürece, egemen sınıfların -büyük toprak sahipleri ve sermayedarlar- nüfuzu her zaman için tehdit altında bulunacaktı. Bunun için de ilk eylemi, onları silahtan arındırma yolunda bir girişim oldu. 18 Mart gibi, Ulusal Muhafız Birliği'ne ait ve kuşatma sırasındaki bir yardım kam­panyasıyla yapılmış topları çalmak emriyle bazı cephe birlikleri gönderdi. Deneme başarısızlığa uğradı; Paris kendini savunmak için tek bir vücut gibi karşı çıktı ve Versailles' da kurulmuş olan Fransız hükümetiyle Paris arasında savaş ilan edilmiş oldu. Komün 26 Mart'ta seçilmişti, ayın 28'inde de ilan edildi. O zamana kadar iktidarı elinde tutmuş olan Ulusal Muhafız Birliği Merkez Komitesi, Paris Ahlak Zabıtası'nı (Police des Moeurs de Paris) bir kararnameyle dağıttıktan sonra yerini Komün'e bıraktı. Ayın 30. günü Komün askere alma işlemlerini durdurdu ve muazzaf orduyu lağvederek bütün sağlam yurttaşların katılması gereken Ulusal Muhafız Birliği'ni tek silahlı kuvvet ilan etti.
1870 Ekim’inden Nisanına kadarki bütün kiraların ödenmesini ye Belediye Emniyet Sandığı'na yatırılmış olan bütün eşyaların satışını erteledi. Yine aynı gün, Komün'e seçilmiş olan bütün yabancı uyrukluların görevlerinde kalmaları onaylandı; çünkü "Komün'ün bayrağı insan cumhuriyetinin bayrağı" idi. 1 Nisanda, her Komün görevlisinin, yani Komün üyelerinin de aylıklarının altı bin frankı geçmemesi karara bağlandı.
Ertesi gün de, Kilise ile devletin birbirinden ayrı olduğu, din işleri bütçesinin ortadan kaldırıldığı ve bütün Kilise mallarının ulusal servet olduğu ilan edildi. Bunun sonucu olarak da, 8 Nisan'da, okullardan bütün dinsel simge, resim, dogma ve duaların, kısaca "herkesin yalnız kendi dinsel inancını ilgilendiren her şeyin" kaldırılması bildirildi. Bu emir yavaş yavaş gerçekleştirildi. 5 Mayıs'ta, Versailles birliklerinin Komün saflarında dövüşürken tutsak düşen savaşçılarını her gün kurşuna dizmekte olması karşısında rehine almayı öngören bir kararname yayınlandı; ama bu karar hiçbir zaman uygulanmadı. 6 Mayıs günü, Ulusal Mu­hafız Birliği'nin 137. taburu giyotini yerinden alarak halkın sevinç gösterileri arasında ateşe verdi. Ayın 12. günü de Komün, şovenizm ve halkların birbirine düşürülmesine teşvik simgesi olduğu gerekçesiyle, 1809 savaşında ele geçirilen toplardan Napoleon tarafından döktürülmüş olan "Vendome Sütunu"nu yerinden kaldırmaya karar verdi. Bu karar 16 Mayıs günü uygulandı. 16 Nisan günü, Komün, çalışması imalatçılar tarafından durdurulmuş olan imalathanelerin sayımının yapılmasını emretti.
Emirde ayrıca, bu işletmelerin yönetiminin o zamana kadar o işyerlerinde çalışmakta olan işçilere emanet edilmesi için planlar ha­zırlanması ve bu işçilerin kooperatifler biçimin­de birleşmeleri, ondan sonra da tek bir büyük federasyon halinde örgütlenmeleri öngörülmüştü. Ayın 20'sinde fırıncıların gece çalışma­sını yasakladı ve iş bulma bürolarını lağvetti. İş bulma büroları, İkinci İmparatorluk'tan beri, polis tarafından seçilmiş ve hepsi de birin­ci sınıf birer işçi sömürücüsü olan kişilerin te­keline geçmişti. Bu bürolar, Paris'in yirmi ilçesinin belediyelerine devredildi. 30 Nisan'da, işçilerin özel kişiler tarafından bir sömürülme yolu olan ve aynı zamanda da işçinin iş aletle­rine sahip olma ve kredi haklarıyla çelişen "emniyet sandıkları”nın kapatılmasını emretti. 5 Mayıs'ta, XVI. Louis'nin idamının kefareti olarak yaptırılmış olan kiliselerin yıktırılmasına karar verdi.
Böylece, daha 18 Mart gününden başlaya­rak, yabancı istilasına karşı mücadeleyi o zamana kadar ikinci plana bırakmış olan Paris eyleminin sınıfsal niteliği, saf ve dokunaklı bir biçimde kendini göstermişti. Komün'de hemen hemen yalnız işçiler ya da işçi temsilcisi olarak tanınmış kimseler yer alıyordu. Gene aynı biçimde, kararlarının da kesinlikle emekçilere dönük bir niteliği vardı. Ya cumhuriyetçi burjuvazinin sırf alçakça davranışı yüzünden savsaklamış olduğu, ama işçi sınıfının özgür eylemi için vazgeçilmez bir dayanak, bir temel olan, sözgelimi devlet bakımından dinin kişilerin özel yaşamını ilgilendirdiği ilkesinin gerçekleştirilmesi gibi reformlar yapıyor, ya da doğrudan doğruya işçi sınıfının yararı için alınmış ve eski toplumsal düzende belli bir bakımdan derin yarıklar açan kararlar veriyordu. Ama bütün bunlar, kuşatma altındaki bir şehirde, en çok, bir gerçekleştirme başlangıcı olabilirdi ve daha Mayıs'ın ilk günlerinden başlayarak Versailles hükümetinin durmadan artan birlikleri­ne karşı mücadele bütün enerjinin o yolda harcanmasını zorunlu kıldı.
7 Nisan'da, Versailles'lılar Paris'in batı cephesi üzerinde, Neuilly'de Seine ırmağı geçitini ele geçirmişlerdi. Buna karşılık, ayın 11 inde, güney cephesinde general Eudes'ün bir hücumuyla, pek büyük kayıplar vererek püskürtüldüler. Paris, sürekli olarak topa tutulmuştu. Üstelik bunu yapanlar da, kentin Prusyalılar tarafından topa tutulmasını en büyük günah olarak damgalamış olan kimselerdi. İşte şimdi de, gene o aynı insanlar, Prusya hükümetinin önünde el açarak onlara Paris'i yeniden fethettirmek üzere Sedan ve Metz'de tutsak düşmüş Fransızların kendilerine daha çabuk iadesini istiyorlardı. Askerlerin bölüm bölüm iadesi Mayıs'tan itibaren Versailles'lılara kesin bir üstünlük sağladı. Bu durum, 23 Nisan'da Komün'ün teklifi üzerine başlayan veClairvaux'da tutuklu Blanqui'ye karşılık Paris Başpiskoposu ile Komün'ün elinde rehine birçok papazın iadesini öngören pazarlık görüşmelerini Thiers'in birden kesmesiyle kendini açıkça belli etti. Değişiklik Thiers'in konuşma tarzında daha da belirliydi.
O zamana kadar işi hep savsaklayarak kaypak ifadeler kullanırken, birden küstah, tehditkâr ve kaba oldu. Güney cephesinde Versaüles'lılar 3 Mayıs günü Moulin-Saquet tabyasını; ayın 9'unda, top ateşiyle yıkılmış Issy tabyasını, 14'ünde de Vanves tabyasını ele geçirdiler. Batı kanadında ise istihkâmlara bitişik birçok kasabayı ele geçirerek yavaş yavaş tabyaya kadar ilerlediler. Ayın 21 'inci günü de bir ihanet sonucunda ve ulusal muhafız karakolunun ihmalciliği yüzünden kente girmeyi başardılar. Kuzey ve doğu tabyalarını ellerinde tutan Prusyalılar, Versailles'lıların, onlara antlaşma koşulları gereğince yasaklanmış olan kuzeydeki araziden ilerlemelerine göz yumdular. Oysa Parisliler, o yönden bir saldırı beklememekte haklıydılar ve bundan dolayı da o araziyi zayıf birliklerle tahkim etmişlerdi. Do­layısıyla Paris'in batı yarısında, yani kibar semtlerinde pek az bir direnme gösterilebildi. İstilacı güçler kentin doğu bölümüne, işçi semtlerine yaklaştıkları ölçüde de direnme gitgide daha sert ve ısrarlı oldu. Komün'ün son savunucuları tam sekiz gün süren bir mücadeleden sonra Geffevfffe <re Metrümonteni tepelerinde artık daha fazla dayanamayarak düştüler. Bütün hafta boyunca ortalığı kasıp kavuran ve durmadan artarak devam etmiş olan silahsız kadın, çocuk ve erkek kıyımı işte o zaman en yüksek noktasına ulaştı. Tüfek yeteri kadar hızlı öldürmüyordu; onun için de mağluplar yüzlerce makineli tüfekle kurşuna dizildiler. Son kıyımın yapıldığı yer olan Pere-Lachaise Mezarlığı'ndaki   "Le Mur des Federes", sessiz bir tanık olarak, bugün de, hâlâ yerinde durmaktadır.
Bütün komüncüleri öldürmenin olanaksızlığı ortaya çıkınca da, sıra kitle halinde tutuklamalara, mahpuslar arasından bütünüyle keyfi bir biçimde seçilenlerin kurşuna dizilmesine ve geriye kalanların da Harp Divanları'nın önüne çıkıncaya kadar toplama kamplarına atılmasına geldi. Paris'in kuzey yarısının çevresinde ordugâh kurmuş olan Prusya birlikleri hiçbir kaçağı geçirmemek emrini almışlardı; ama askerler kendilerine verilen talimattan çok, insanlığın sesini dinledikleri zaman subaylar çoğunlukla buna göz yumdular. Bu şerefi özellikle, pek insanca davranarak Komün savaşçılarından olduğu kesinlikle belli olan birçok, kişinin geçmesine izin veren Sakson birliğine teslim etmek gerekir.
Bugün aradan yirmi yıl geçtikten sonra 1871 Paris Komünü'nün tarihsel eylemi ve anlatımına bir göz atacak olursak, bu konuda ' Fransa'da İç Savaş'a eklenmesi gereken bazı yanlar bulunduğu görülür. 'Komünün üyeleri, Ulusal Muhafız Birliği Merkez Komitesi'nde nüfuz sahibi olmuş Blanqui'ci bir çoğunlukla bir azınlık olarak bölünmüştü. Bu azınlık, büyük bir bölümü Proudhon'cu sosyalistlerden meydana gelen Uluslararası Emekçiler Derneği üyeleriydi. Genel olarak, Blanqui'ciler o zaman yalnız devrimci ve proletaryacı içgüdüyle sosyalisttiler. İçlerinden yalnız birkaçı, Alman bilimsel sosyalizmini bilen Vailiant sayesinde, ilkeler konu­sunda daha geniş bir bilgiye sahipti. Bugünkü anlayışımıza göre Komün'ün iktisadi alanda yapması gereken birçok şeyin ihmal edilmiş olması da böyle açıklanmış olmaktadır. Anlaşılması en güç olan ise, Fransız Devlet Bankası'nın kapıları önünde, neden kutsal bir saygıyla durulmuş olduğudur. Ayrıca bu da ağır bir siyasal hata oldu. Komün'ün elinde bulunacak olan bu banka, on bin rehineden daha değerliydi. Çünkü bu, bütün Fransız burjuvazisinin Versailles hükümeti üzerinde Komün'le barış yapılması için baskıya girişmesi demekti. Ama asıl harika olan, Blanqui'çiler ve Proudhon'culardan meydana gelmiş olan Ko­mün tarafından, buna karşın yapılmış doğru şeylerin miktarıdır. Şurası kesin ki, tıpkı siya­sal yetersizliklerinin ve davranışlarının sorumluluğunun Blanqui'cilere ait olması gibi, Komün'ün iktisadi kararlarının sorumluluğu, şerefli yanları bakımından olduğu gibi az şerefli yanları bakımından da başta Proudhon 'cu lara düşer. Her iki şıkta da tarihin cilvesi ötekilere olduğu gibi berikilere de, kendi açtıkları çığır ne yapmayı gerektiriyorsa onun tam tersini yaptırmıştır.
Küçük köylü ve esnaf topluluğunun sosyalisti Proudhon, dernekçilikten kesinlikle nefret ediyordu. Yararından çok sakıncası olduğunu, özü gereği kısır, hatta zararlı olduğunu, çünkü emekçinin özgürlüğüne darbe vurduğunu söylüyordu. Emekçinin özgürlüğüyle olduğu kadar emeğin tasarrufuyla da çelişen basit, hâttâ, gereksiz bir dogmadan başka bir şey değildi ve sakıncaları yararlarından daha çabuk artacaktı. Buna karşı da rekabet, işbölümü, özel mülkiyet iktisadi güç olarak kalmaya devam edeceklerdi. Emekçilerin dernekler biçiminde birleşmeleri ancak, sözgelimi demiryolları gibi büyük sanayi ve büyük girişim biçimindeki -Proudhon'un verdiği adla- istisnai durumlar için yersiz değildi.
1871 'de, Paris'te, o sanat zanaatçılığı merkezinde bile büyük sanayi istisnai bir durum almaktan artık o kadar çıkmıştı ki Komün'ün bütün öteki kararlarından çok daha önemli bir kararı, işçilerin yalnız her fabrikada dernekler biçiminde örgütlenmiş bir büyük sanayi, hatta aynı zamanda da imalathane örgütü kuruluşu meydana getirmelerini değil, bütün bu derneklerin büyük bir federasyonun içinde bir araya getirilmesini de öngörüyordu."
(Fransa'da İç Savaş'a Önsöz'den)












Devrimler Karşı Devrimler

PARİS KOMÜNÜ VE MARX


"Komün, Fransız toplumunun bütün sağlıklı öğelerinin temsili, dolayısıyla da gerçek ulusal hükümet olduğu kadar, aynı zamanda da, emeğin özgürlüğüne kavuşmasının cüretli savaşçısıdır ve sözün tam anlamıyla enternasyonaldir. İki Fransız ilini Almanya'ya ilhak etmiş olan Prusya ordusunun gözünün önünde Komün de bütün dünyanın emekçilerini Fransa' ya ilhak ediyordu.
İkinci İmparatorluk kozmopolit yankesiciliğin büyük kermesiydi. Çağrısı üzerine bütün ülkelerin dolandırıcıları, orjilerine ve Fransız halkının yağma edilmesine katılmak için akın etmişlerdi. İşte tam o sıralar Thiers'in sağ kolu sefih Ulah Ganesco sol kolu da Rus casusu Markovski'ydi. Komün bütün yabancıların ebedi bir dava uğrunda ölmek şerefine katılmalarını kabul etmişti. Hıyaneti yüzünden kaybedilmiş olan dış savaşla yine onun yabancı işgalciyle birlikte kurduğu komplonun yol açtığı iç savaş arasında burjuvazi, polisle, Fransa'da oturan Almanlara karşı insan avları düzenleyerek yurtseverliğini göstermeye zaman bulmuştu.
Komün, bir Alman işçisini Çalışma Bakanı yaptı. Thiers, burjuvazi ve İkinci İmparatorluk Polonya'yı gürültülü sevgi gösterileriyle aldatıp durmuşlardı. Gerçekteyse Rusya'nın kirli bir işini görerek Polonya'yı Rusya'ya teslim ediyorlardı. Komün, Polonya'nın kahraman evlatlarına şeref verdi. Yeni bir devrini açmak bilincinde olduğu tarihe en üstün bir biçimde damgasını vurmak için de, Komün bir yanda galip Prusyalıların, öte yanda ise Bonaparte' çı generallerin komutasındaki Bonaparte ordusunun gözleri önünde, savaşçı başarının o dev simgesini, Vendöme sütununu yere çaldı.
Komün'ün aldığı en büyük toplumsal karar, kendi öz varlığı ve eylemi olmuştur. Belli konulardaki öteki kararları, yalnız halk için halkın yönetimini gösterir. Fırın işçilerinin gece çalışmasının yasaklanması, patronların işçilerden çeşitli bahanelerle ceza kesmelerinin yasaklanması bunların başlıcalarındandır. Bu sonuncu yöntem işverenler tarafından pek revaçta tutuluyordu; çünkü işveren böylece kendi kişiliğinde aynı zamanda hem yasa koyucunun, hem yargıcın, hem de en taş yürekli bir yasa uygulayıcısının rolünü toplamış oluyor, üstelik bir de cebine fazladan para giriyordu. Bu çeşitten bir başka tedbir de, sahipleri ortadan kaybolan ya da işi tatil etmeyi doğru bulan bütün sermayedarların atölye ve imalathanelerinin zararın giderilmesi kaydıyla ve geçici olarak, işçi derneklerine devri olmuştur.
Komün tarafından başta Paris Başpiskoposu olmak üzere altmış dört rehinenin kurşuna dizilmesi! Burjuvazi ve ordusu 1848 Haziranı' nda, savaş yöntemlerinde uzun süreden beri görülmeyen bir âdeti, silahları elinden alınmış tutsakların kurşuna dizilmesini yeniden ortaya çıkarmıştı. İnsanlık ölçülerine sığmayan bu âdete, o zamandan beri, Avrupa'da ve Hindistan'daki halk ayaklanmalarının bastırılmasında aşağı yukarı her zaman uyulmuştur ki bu da uygarlığın gelişmesinin gerçek bir delilidir! Öte yandan Prusyalılar da Fransa'da, rehine yöntemini, başkalarının hareketlerini başıyla ödeyecek olan suçsuzları tutsak etmek âdetini yeniden getirmişlerdi. Daha önce gördüğümüz gibi, Thiers daha çatışmanın başlangıcından beri tutsak Komüncüleri öldürerek pek insancıl bir yola başvurunca, Komün de onların hayatlarını kurtarmak için, Prusyalılar gibi yaparak rehine almak zorunda kaldı. Rehineler, Versailles'lıların kendi savaş tutsaklarını ne zamandır öldürmekte olmaları dolayısıyla ölümü aslında bin kere hak etmişlerdi. Paris'e girişlerini büyük bir insan kıyımıyla kutlayan Mac-Mahon'un adamlarının o hareketlerinden sonra Komün'ün elindeki rehinelerin hayatları nasıl kurtarılabilirdi? Burjuva hükümetlerinin ölçü, sınır tanımayan vahşetine karşı son teminât da rehin alınması yalnız sözde kalan adlatıcı bir garanti mi olacaktı? Başpiskopos Darboy'nın asıl katili Thiers'tir.Komün, o zaman Thiers'in elinde olan Blanqui' ye karşı Başpiskoposu ve sayısını bilmediğim daha birçok papazı vermeyi defalarca teklif etmişti. Thiers inatla reddetti. Biliyordu ki Blanqui ile Komün'e bir baş vermiş olacaktı. Oysa Başpiskopos onun işine en çok, ceset olarak yarardı.
Egemen sınıfın, devrimi yabancı işgalcinin himayesi altında sürdürülen bir iç savaşla boğmak için yaptığı ve 4 Eylül'den başlayarak Mac-Mahon'un adamlarının Saint-Cloud kapısından Paris'e girişine kadar izlediğimiz gizli birleşme en yüksek noktasına Paris kıyımıyla vardı. Bismarck büyük bir hoşnutluk içinde Paris'in harabelerini seyrediyor ve belki de bunda 1849 Prusyası'nın gerici meclisinde henüz basit bir taşralıyken yürekten dilediği bir şeyi, bütün büyük şehirlerin yıkılmasının birinci aşamasını görüyor. Paris proletaryasının cesetlerini büyük bir memnunlukla seyrediyor. Onun gözünde, bu yalnız devrimin yok edilmesi değil, aynı zamanda da Fransa'nın bizzat Fransız hükümeti tarafından başı gövdesinden ayrılarak başsız bırakılmasıdır. Başarı kazanmış bütün devlet adamlarına özgü o. kavrayış kıtlığı içinde Bismarck bu son derece büyük ve önemli tarih olayının yalnız yüzeyini görüyor. Kazandığı zaferi, yendiği hükümetin yalnız jandarması olarak değil, aynı zamanda kiralık katili olarak da süsleyen bir galip şimdiye kadar ne zaman görülmüştür? Prusya ile Paris Komünü arasında savaş yoktu. Tersine, Komün barış için hazırlık görüşmeleri yapılmasını kabul etmiş, Prusya da tarafsızlığını ilan etmişti. Demek oluyor ki Prusya bir hasım değildi. Bir kiralık katil gibi davrandı; hem de çok alçak bir kiralık katil gibi... Çünkü hiçbir rizikoya girmemişti; dökeceği kanın bedelini, alacağı 500 milyonu, önceden garantilemişti. İşte böylece, Ulu Tanrı tarafından, sefih ve Tanrıtanımaz Fransa'ya dindar ve iyi ahlak sahibi Almanya eliyle günahlarının kefaretini ödetmek üzere buyurulan bu savaşın gerçek özelliği ortaya çıkmış oluyordu! Ve geçmişin hukukçularının anladıkları anlamda bile halkların hukukuna bu benzeri görülmemiş saldırı, Avrupa'nın "uygar" hükümetlerini, Petersburg kabinesinin basit bir aleti olan Prusya hükümetini öteki hükümetlerin önüne ibret alınacak bir örnek gibi sermeye sevk edecek yerde yalnız, Paris'in çevresindeki çifte kordondan kurtulabilen birkaç kurbanın da Versailles celladına teslim edilmesi gerekip gerekmediğini kendi kendilerine düşünmelerine yol açıyor."
(Fransa'da İç Savaş'tan)






Devrimler Karşı Devrimler

18 Kasım 2011 Cuma

Devrim Nedir ?

Bir topluluğun ayaklanma sonucu iktidarı ele geçirmesiyle bir devletin siyasal ve toplumsal yapısında ortaya çıkan apansız ve önemli değişiklik. Genel geçer anlayışa göre devrimler, kurulu düzeni alt üst eden karşı konulmaz değişim güçlerinin neden olduğu köklü dönüşümlerdir. Amerika Devrimi de denen Amerika Bağımsızlık Savaşında, Fransız devriminde ve 1917 Rus devriminde olduğu gibi, güçler öncelikle siyasal ve toplumsal olabilir.
Ayrıca,Sanayi Devrimi'nde ve Ye­şil Devrim'de olduğu gibi, ekonomik ve teknolojik ola­bilir. Bazı tanımlara göre, felsefi ya da düşünsel de ola­bilir: Sözgelimi, modern fizikte mekanik modelin yeri­ne görececi modelin benimsenmesinin neden olduğu düşünce devrimi.
Tanımlar : Herhangi bir olguda yeterli bir tanımın yapıla­bilmesi için, dönüşüme katkıda bulunan bütün etmen­lerin (ekonomik, siyasal, düşünsel, bazen de ruhsal) göz önüne alınması gerekir. Yapılan tanımlardan biri şöyledir: "Devrim, bağımlı durumda bir topluluğun, zor kullanarak (1) hükümeti ya da uyguladığı siyaseti değiştirmek, (2) bir rejim değişikliği gerçekleştirmek ya da (3) toplumu değiştirmek amacıyla başlattığı bir giri­şimdir; geçmişteki koşullar yada henüz ulaşılmamış ge­lecekteki ülkü açısından bu girişimin haklı olup olmadı­ğı, bu bağlamda önem taşımaz."
Bu mantığa göre, bir devrim başarılı olabilir ya da ol­mayabilir ve amaç olarak siyasal bir dönüşümü, top­lumsal bir dönüşümü ya da yalnızca yöneticiyi değiştir­meyi hedef seçmiş olabilir. Böyle bir devrim her zaman amaca yöneliktir; ideolojik gerekçeler geliştirir (bunlar büyük ölçüde ütopya özelliklidir) ve hemen her zaman şiddeti de birlikte getirir. Öyleyse bir genelleme yapıla­rak, devrimlerin, siyasal gücün toplumsal temellerini dönüşüme uğratmak için bağımlı topluluklar tarafından girişilen çabalar oldukları söylenebilir. Bu tür çabalar, nitelikleri gereği, iktidarı ellerinde bulunduranlarla ça­tışmayı zorunlu kılar ve sivil itaatsizlik gösterileri ya da terörist eylemler gibi yalnızca başkaldırı eylemlerinden ayırt edilmelerini sağlayacak bir başarı şansı taşırlar.
Bu bakış açısını açıklayan ünlü bir öykü vardır. Öykü­ye göre, Fransa kralı Louis XVI, 1789'da Paris caddele­rinden göstericileri izlerken, arkadaşı La Rochefouca-uld'ya dönerek, "Aman Tanrım, bu bir ayaklanma!" de­miş. La Rochefoucauld'ysa, "Hayır efendimiz, bu bir devrim," diye yanıt vermiştir. La Rochefoucauld'nun bu yanıtı, işlerin durdurulamayacak biçimde çığırından çıktığını dile getirmektedir.
Devrimin niteliğine ilişkin ciddi bir sorgulamada şu sorunun da sorulması gerekir: Değişen nedir? Kuşkusuz toplum değişir, ama bu son sonuçtur. Bazı uzmanlar, devrimi tanımlayan özelliğin, siyasal dönüşüm olduğu­nu ileri sürmektedirler. Bazılarına göreyse, devrimci olayları belirleyen güçler ekonomiktir; hatta ulusal sı­nırların dışında yer alabilirler (yani, çokuluslu şirketler gibi uluslararası yapılar ve kurumlar devrimde belirleyi­ci olabilirler) bu nedenle de, değişikliğin gerçek etkeni bunlardır. Benzer biçimde, askerî rekabet nedeniyle el­deki kaynaklar aşırı kullanılarak ve devlet zayıf düşürü­lerek, hükümetin devrilmesine zemin hazırlanmış ola­bilir.
Gerçekte devrimin gelişmesini çeşitli ekonomik, si­yasal, toplumsal, kültürel, dinsel ve ideolojik güçler et­kileyebilir ve bu güçlerin özgül birleşimi, her devrime benzersiz tarihsel özelliğini kazandırır. Yalnızca eko­nomik bunalım nedeniyle, yalnızca bir din önderinin kendisine inananları devlete karşı ayaklanmaya çağır­ması nedeniyle, yalnızca bir grup yurttaşın apansızın hükümetin uyguladığı siyasetlerden hoşnutsuzluk duy­maya başlaması nedeniyle ya da yalnızca bir ulusun sa­vaşta yenilmesi ve bundan hoşnutsuzluk duyması ne­deniyle devrim olmaz.
Devrimlerin, toplumun geçmişine uzanan derin ya­pısal kökleri vardır ve tarih içinde, üç bölümleme yapı­labilir. Önkoşullar, yani toplumun temellerinde oluşan uzun dönemli yapısal değişmeler; hızlandırıcı etmen­ler, yani bu yapısal değişmelerin göze batmasını sağla­yarak hoşnutsuzlukları harekete geçiren daha kısa dö­nemli tarihsel olaylar; başlatıcı etmenler, yani devrim sürecini başlatan güncel tarihsel olaylar.
İngiltere'deki püritenler devrimi olgusunda, ekonomik gücün uzun dönemde geleneksel toprak sahibi çevrelerden ve krallık sülalesin­den, yeni yeni gelişen kent burjuvazisine ve daha kü­çük toprak sahiplerine geçmesi, bu arada da "anglo-katolik" bir devlet kilisesine karşı protestan başkaldırı­nın gerçekleşmesi, devrimin önkoşullarını oluşturmuş­tur. Başlıca hızlandırıcı etmenler, taht ile parlamento arasındaki iktidar savaşımında kral Charles l'in, büyük bölümü presbiteryen olan İskoçya'ya anglikanlığı zorla kabul ettirmeye çalışması ve gereksinme duyduğu fon­ların sağlanmasını parlamentodan istemesidir. Başlatıcı etmense, Charles'ın savaşı resmen başlatmasıdır.
Güdüler : İnsanlar niçin başkaldırırlar? İnsanları bireysel olarak ya da topluluklar halinde devrime katılmaya yö­nelten nedir? Bazı kuramcıların ileri sürdükleri varsayı­ma göre, insanlar mantıklarıyla hareket ederler; önce­den hesapladıkları çıkarlara göre davranırlar. Bazı kuramcılar da insan davranışında, özellikle de topluluklar halindeki davranışta, yapısal bir mantıkdışılık bulunduğunu ileri sürmektedirler. Herhangi bir devrim modeli hem seçkinlerin, hem de seçkin olmayanların katılımına bir açıklama getirmek zorundadır. Ama bu çözümleme güçtür. Çünkü devrimler siyasi iktidarı elinde bulunduran bir sınıfa karşı birleşerek eyleme geçen, siyasal ayrıcalıklardan yoksun bir sınıf tarafından yapılmaz. Tam tersine, ortak bir dava uğruna toplumun çeşitli kesimlerinden insanları bir araya getiren siyasal muhalefet gruplarının oluşturduğu ittifaklar tarafından gerçekleştirilir. Bu ittifaklar, bir ölçüde, rejimin eylemleri nedeniyle kurulur. Bir sınıf tek başına devleti ele geçirmek için savaşıma girişmez; daha çok çeşitli sınıflardan topluluklar arasında devlete karşı ittifaklar kurulur ve bunlar devletle savaşıma girişir. Başarıyla sonuçlanan devrimlerin sık sık yozlaşıp fraksiyonlara ayrılmasının nedeni budur.
Devrimlerdeki insan etmeni, iki temel duyguda, yani umarsızlık ve umut duygularında en çarpıcı biçimde ortaya çıkar. Ne ekonomik yoksulluğun ve siyasal baskının verdiği ezici acı, ne de hayalcilerin yaydığı akıl çelici ütopyacı ülkü, devrime katılımı tek başına açıklayabilir. Umarsızlık, devrimci etkinliği ortaya çıkarır; umutsa, başkaldırıyı amaçlı ve geleceğe yönelik bir harekete, yani bir devrime dönüştürür. Dolayısıyla, kurulu yönetimler değişikliğe karşı direndikleri ve halkların daha iyi bir yaşam özlemini bastırdıkları sürece, devrimlerin gerçekleşmesi kaçınılmaz görülmektedir.